DİN SOSYOLOJİSİ ÜZERİNE KASIM AYI SÖYLEŞİSİ-2
KADİR BAYŞU: Sayın Hocam söyleşimizin ikinci bölümüne Farabi ile başlamak istiyorum. Farabi’nin “erdemli (fazıl) toplum, erdemli (fazıl) olmayan toplum” görüşünü açıklar mısınız?
PROF.
DR. ABDURRAHMAN KURT:
Farabi’nin (870-950),
“erdemli (fazıl) şehir”, “erdemli (fazıl) olmayan şehir/toplum” tiplemesi
dikkate değerdir. Konuyla ilgili görüşlerini es-Siyasetü’l-Medeniyye (Medeni
Siyaset) ve Medine¬tü’l-Fazıla (Erdemli Şehir) isimli iki eserinde ele alır.
Farabî’ye göre erdemli şehir erdemlerin tomurcuklanıp çiçek açtığı, iş bölümü
ve sosyal dayanışmanın en mükemmel düzeyde gerçekleştiği, hukukun ve sosyal
adaletin tam olarak uygulandığı, bilgelerin başkan olduğu bir toplumdur.
Erdemli olmayan hâlihazırdaki şehirlerin halkları ise kendi mutluluklarının
sadece bedenî haz ve zevklere dayanmasından ötürü bedenlerinin esaretine
düşmüş, doğru yoldan uzaklaşmış, fâsık, karakteri değişmiş ve cahil
kimselerdir.
“Erdemli şehir”, haddi zatında onun ideal devlet modelidir. Bu siyasi modelde
evrensel kozmik düzen, ideal devlet ve doğru çalışan biyolojik bir organizma
arasında sıkı bir benzerlik kurulmaktadır. Bu analojinin hedefi öyle
anlaşılmaktadır ki, siyasal hayatta ‘yönetici’nin konumunu belirlemek ve
önemini vurgulamaktır. Evrende âmir unsur, Tanrı; bedende kalp; erdemli
toplumda ise reistir (yönetici). Özellikle ilk-başkanın (er-reis el-evvel)
erdemli toplumdaki yeri, Tanrı’nın evren karşısındaki konumuna benzer. Tanrı,
nasıl bütün var olanların en yetkin ve en etkin olanı ise, erdemli toplu¬mun
başkanı da toplumsal alanın en mükemmel varlığıdır.
Bu sebeple yöneticiler erdemler bakımından diğerlerinin hepsinden üstün
olmalıdır. Kendisine Allah tarafından bahşedilen peygamberi güce ilave olarak,
Macit Fahri’nin yorumuyla, Platon’un filozof-kralı altı çizilecek şu
niteliklere sahip olmalıdır:
Zekâ, kuvvetli hafıza, keskin kavrayış, bilgi aşkı, yeme-içme ve cinsel yaşamda
itidal, doğruluk sevgisi, ululuk, adalet aşkı, sebat ve cesaret; ayrıca fiziki
insicam ve güzel konuşma.
Farabi, erdemli toplumda
İslamiyet’in eşitlikçi, evrensel dinî ni¬telikli toplum anlayışını hâkim kılmak
istemektedir. Zira gerçek mutluluğa ancak erdemli toplumda erişilebilecektir.
O, toplumun yukarıdan aşağıya doğru bir gelişim süreceğine girebileceğini
düşündüğü için yönetici sınıfın rasyonel değer üreten işlevlerine odaklanır:
Zira bir aydınlar aristokrasisinin yöneteceği er¬demli toplum da bilgin ve
erdemli şahsiyetlerden oluşacaktır.
PROF.
DR. ABDURRAHMAN KURT: Mukaddime, gerçekte onun tarih kitabı (Tarihü’l-İber) için yazdığı
bir giriş mahiyetinde eserdir. Bununla birlikte sosyal olguların, yaşanmış
sosyal gerçekliklerin analizini yapan bu giriş yazısı, öylesine sistematik ve
rasyonel bir örgüyle ele alınmıştır ki, yaptığı etki bakımından birçok modern
sosyal bilimciyi derinden etkilemiştir. Emile Durkheim’ın “mekanik ve organik
dayanışmalı toplum” kategorisinden yaklaşık beş asır öncesinde geliştirdiği
“şehirli (hadari)” ve “kırsal (bedevi) toplum” kavramlaştırması, kuramının
merkezinde yer alır.
Mukaddime’de bir
devletin kuruluşunu, hayatiyetini sürdürmesini ve yıkılış aşamasında
sosyo-politik birliğinin çözülmesini anlatırken anahtar kavram olarak
kullandığı “asabiye(t)” kavramı, toplumsal dokunun dinamizmini sağlayan adeta
bir can suyu olarak betimlenir. Asabiye toplumu bir arada tutan ve halkın
birleşik, bütün halde yaşamasını mümkün kılan güçlü bir dayanışma ruhuna işaret
eder. Asabiyeti canlı olan topluluklar devleti kurmakta ve bu ruhu yaşattıkları
sürece de varlıklarını sürdürmektedirler. Onun teorisinde asabiye, sanıldığının
aksine sadece biyolojik bir soy birliği ve dolayısıyla bir ırkçılık ve
kafatasçılık değildir. Toplum geliştikçe soy birliğinin önemi kaybolmamakla
birlikte din, dil vb. kültür ve ideal birlikteliği –tasada ve kıvançta birlikte
hareket etme ruhu olarak- halkın tutnaklığını sağlayan asabiye faktörleri
olabilmektedir. Durkheim, hiçbir eserinde İbn Haldun’a atıfta bulunmaz ama onun
“kollektif bilinç” kavramı da asabiyeden bir parça taşıyor gibidir.
Her ne kadar İngilizce çevirisi Franz Rosenthal tarafından ilk kez 1958’de
yayınlanmış olsa da Mukaddime’nin ilk olarak 1868’de Baron De Slane tarafından
Fransızcaya çevrildiğini biliyoruz. Dolayısıyla teorilerine ve kullandıkları
kavramlarına baktığımızda kurucu sosyologların Mukaddime’yi görmeme
olasılığının çok zayıf olabileceğini düşünmemek elde değil.
İbn Haldun, “Ben yeni
bir bilim geliştirdim. Benden sonra gelenler bu bilimi geliştirsin” önerisiyle
takdim ettiği yeni bilime “ilmu’l umran” adını vermişti. Umran kavramının,
Comte’un bir bilim olarak ortaya attığı sosyolojiyle hiç alakalı olmadığı da
söylenemez. Bununla birlikte İbn Haldun’un olgular üzerinden geliştirdiği
teorisi, Comte’un spekülatif ve sübjektif teorisinden çağdaş sosyolojiye çok
daha yakın bulunmaktadır.
Batılı sosyoloji ders kitaplarında son yıllarda yarım ya da bir sayfalık
bibliyografik bilgilerle olsa da İbn Haldun’a yer verilmesi, Batı üniversitelerinin
artık onun teorisini görmeme ısrarından vazgeçtiğini akla getiriyor.
İbn Haldun’un
özgünlüğüne dair burada çok şey söylenebilir ama sözü uzatmamak için onun
oldukça objektif bir düşünür olduğunu belirterek konuyu sonlandırabiliriz.
KADİR
BAYŞU: Comte’nin toplumları birbirini ardına kat ettiği aşamalar olarak gördüğü
üç hal yasasını açıklar mısınız?
PROF.
DR. ABDURRAHMAN KURT: Comte, ilerlemeci tarih anlayışının ve seküler düşüncenin tipik bir
temsilcisidir. İnsanlık düşüncesinin “teolojik”, “metafizik” ve “pozitif”
tarzında üç aşamadan geçtiği iddiası, gerçekte çağdaşı Darwin’in biyolojik
evrim görüşünün sosyal ve dini alana farklı bir şekilde yansımış halidir.
Burada kimin daha öncesinden evrimci olduğu tartışmasından daha çok
aralarındaki benzerliğe dikkat çekmek istiyorum. Buna göre, teolojik ve
metafizik dönemlerin açıklama tarzları sona ermiş ve insanlık sanayi devrimiyle
birlikte pozitif bir aşamaya geçmiştir. Modern dönemde ulaşamayacağı gerçekleri
(evrenin oluşumu, Tanrı) ve nedenleri bir yana bırakan insan, artık gözlem ve
deney yoluyla somut varlıkları incelemeye; görünen somut gerçeklik hakkında
bilgi edinmeye çalışır.
Böylelikle Comte, Avrupa’daki toplumsal bunalımın pozitivist felsefenin bütün
zihinleri eğitmesiyle sona ereceğini umuyordu. Ancak umudu saf bir hayal olarak
kaldı. Kendine özgü bir tarihsel gelişim felsefesiyle ulaştığı Avrupa toplumsal
düzeninin, tüm toplumlar için geçerli olacağı yolundaki genellemesi ve
paradoksal bir şekilde “insanlık dini” adı altında oldukça metafizik, soyut ve
belirsiz yeni bir düşünce sistemi oluşturmaya çalışması nedeniyle
eleştirilmektedir.
Günümüz dünyasında dine dönüş eğilimlerindeki artış, Comte’un evrimci ve lineer
düşüncesinin ol-gusal bir gerçeklikten çok, kendisinin ve felsefi çevresinin
spekülatif bir ürünü olduğunu göstermektedir. Buna karşın her şeyin bilimsel
olarak çözümlenebileceği iddiasıyla pozitivizm, 19. yüzyılın müesses
dinlerinden uzaklaşmak isteyen ve aydınlanma felsefesini takip eden birçok
aydını etkilediğini de belirtmek gerekir.
Oysa pozitivist
paradigma, olayları tek sebep-sonuç ilişkisine indirgemekte ve bilim
aracılığıyla her şeyi açıklayabilecek bir gücü kendinde vehmederek bilimi
kutsamakta, adeta bir bilim kilisesi oluşturmaya çalışmaktadır. Pozitivist
paradigma sekülerdir ve ilerlemeci tarih anlayışı içinde şekillenmiştir. Bugün
gelinen nokta itibariyle pozitivizm, sosyal bilimlerde ‘eski paradigmayı’
temsil etmekte; İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Frankfurt ekolü ve
özellikle Thomas Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı’yla birlikte gelişen
hegemonik ve açıklayıcı değil ama empatik anlayıcı yöntemi benimseyen “yeni
paradigma”, pozitivizmin tek taraflı, katı ve materyalistik siperlerini
darmadağın etti.
KADİR
BAYŞU: Karl Marx’ın din ile ilgili görüşlerini açıklar mısınız?
PROF.
DR. ABDURRAHMAN KURT: Marks ve Comte birbiriyle çağdaş iki düşünürdür. Bir asır öncesinin
aydınlanma felsefesinin her ikisinin de üzerinde belirgin tesirleri olmuştur.
Önce Comte’un pozitivizmi etkisini göstermiş, ancak Marksizm’in sahnede görülmesiyle
geri planda kalarak modern dünyada Marksizm rüzgârları esmeye başlamıştır.
Marx ve yakın çalışma
arkadaşı Engels’in görüşüne göre din, bir ideoloji biçimidir; üretim tarzı ve
üretim ilişkilerinin belirlediği sosyal altyapı tarafından biçimlendirilmiş ve
sosyal üstyapının bir parçasını oluşturan kurumlardan birisidir. Nedensel bir
açıklamayla din, biçimi ve içeriği iktisadi şartlar kümesi tarafından
belirlenen bağımlı bir değişkendir. Din ve diğer ideoloji biçimleri,
ezilenlerin edilgenliğini pekiştirici ya da egemenlerin konumlarını
meşrulaştırıcı bir işlevle iktisadi şartların arka planın¬da belirgin bir role
sahiptir. Marx ve Engels, böylelikle, tarım toplumundan sanayileşmiş topluma
dönüşümün, kapitalizm ile birlikte sosyal bir ayrışmanın eşliğinde
gerçekleştiğini savundular. Ayrışma, üretim araçlarına sahip “burjuva” ile işi
yapan fakat kâ¬rına burjuva tarafından el konulduğu için, emeğinin ürününden
tam olarak yararlanamayan “proletarya” arasındaydı. Burju¬vaziyle proletarya
arasındaki bu bölünmenin temel sorumlusu dindir; bur¬juva için, girişimciliğin
haklı ödüllerine vurgu yaparak kendi gücünü ve ayrıcalığını meşrulaştırırken;
proletarya için ise eşitsizliğin ilahi doğasına ve gelecek hayatın beklenen
mükâfatlarına inanmaya yol açmakta ve böylelikle onların maruz kaldığı baskının
gerçek kaynağını maskeleyerek, ‘halkların afyonu’ haline gelmektedir.
Bir başka ifadeyle din,
söz konusu teoride toplumsal ‘üst yapının’ bir biçimidir (form), toplumun temel
ekonomik yapısı üzerine kurulu toplumsal ilişkilerin bir ‘aynası’ ya da
‘yansıması’dır; ekonomik güdüler aile, din, hukuk, sanat, edebiyat, bilim ve
ahlak gibi tüm üst yapı unsurlarını şekillendirir. Burada alt yapı ile üst yapı
arasında ekonomik bir determinizm ilişkisi kurularak, üstyapının altyapı tarafından
belirlendiği ileri sürülür. Altyapının üstyapıyı tayin etmesi, hukuk,
gelenek-görenek, din ve inançlar gibi üstyapı karakterlerinin, büyük ölçüde
egemen sosyal sınıfın ekonomik çıkarlarınca belirlenmesi anlamına gelir.
KADİR
BAYŞU: Karl Marx’ın din ile ilgili görüşlerine yapılan eleştiriler nelerdir?
PROF.
DR. ABDURRAHMAN KURT: Marx “Din, bastırılmış yaratığın derinden soluklanışı (sigh), kalpsiz
bir dünyanın kalbi, ruhsuz dünyanın ruhudur,” derken dini daha çok yoksul serf
ve boğaz tokluğuna çalışan proleterlere ve sırf konumlarını meşrulaştırmak
amacıyla da kapitalist burjuvaya tahsis etmektedir. Aslında dinin gerçek
taşıyıcıları olarak yoksulları görmek bir yanılsamadır. Büyük dinlerin ortaya
çıkış esnasındaki sınıfsal yapısına bakıldığında gerçeğin hiç de sanıldığı gibi
olmadığı anlaşılır. Zira dinlerin peygamberleri ve ilk taşıyıcıları, çoğunlukla
orta sınıfların biraz alt katmanlarına mensup gezgin tacirlerden ya da el
işçiliğinde hünerli zenaatkârlardan çıkmıştır. Bu esnada yoksul alt sınıflar,
köylüler ve köleler dinin gerçek taşıyıcısı rolünden oldukça uzaktır. Gerek Hz.
İsa’nın ilk havarilerine gerekse İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in ilk arkadaş
grubuna bakıldığında bu durum çok belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Geçim
derdinde olan yoksullar, entelektüel yetenekleri de gerektiren din gibi
kapsamlı ve soyut bir sistemle ilgilenmeye görece nadiren vakit ayırabilirler.
Sosyolojik olarak dinler, şehirli ve orta sınıf karakterlidir. Kısacası Marx,
teorisini kurgulamak amacıyla, kendisiyle çelişmesi pahasına, dini yoksulların
temel uğraşısı olarak görmüştür.
Dolayısıyla Marks’ın din analizinin tek taraflı ve genelleme hatalarıyla dolu
olduğunu belirtmek gerekir. Marx emekçi sınıfların sömürüldüklerinin farkına
varmasını, yani sınıf bilincinin gelişmesini engellediği düşüncesiyle dini
afyon olarak nitelemektedir. Bu, işçilerin dinsiz olması durumunda sınıf
bilincinin rahatlıkla gelişeceği anlamına gelir. Oysa geçen süre içerisinde
durumun hiç de böyle olmadığı görülmüştür. Din, insanın gücünü aşan sosyal
dezavantaj ve çelişkileri sabır ve teselli tavsiye ederek yatıştırsa da
çoğunlukla daha anlamlı yaşam uğruna “devrimci bir durumun” oluşmasına yol
açabilir. Nitekim İslam dünyasında emperyalizme karşı kurtuluş mücadelesinin
içinde yer almış birçok yerli din hareketi bu durumun bariz örneğidir. Genel
olarak Yahudilik ve Hıristiyanlığın, ortaya çıkış aşamasında statükoya karşı
meydan okuyucu tavırları dikkate değerdir.
İkincisi, Marks’ın
maddecilik anlayışı yani fikir, düşünce ve diğer ru¬hi eğilimlerin doğrudan
doğruya maddi koşulların bir sonucu ola¬rak görülmesi, bilimsellikten uzak ve
determinist bir yaklaşımdır. Hegel’de “baş aşağı yürüyen diyalektik düşüncenin
bundan böyle ayakları üzerinde” durduğuna dair Marks’ın iddiası, sadece bir
varsayımdır ve bu türden her varsayım gibi sonsuza dek tartışmaya açıktır.
Üçüncü olarak Marksizm, işçi sınıfının bilinçlenmesini sağlamak amacıyla,
sosyal ve ekonomik koşulları düzeltme yerine daha da kötüleştirilmesi yönünde
bir eğilime sahiptir. Zira koşullar kö¬tüleştikçe, ‘bıçak kemiğe dayanacak’ ve
ancak o zaman tüm işçiler devrimi gerçekleştirmek amacıyla güç birliği
yapacaklardır. Bu tavrın, sadece teoride kalmadığı; zaman zaman sosyal hayata
da oldukça vahşi bir şekilde yansıdığı bilinmektedir. Kimi Marksistlerin,
yeryüzünde gerçek adalet ‘krallığını’ yaratacak olanların, talihsiz yoksulların
yardımına koşacak gerçek merhametlilerin dindarlar değil, kendilerinin olduğu
iddiası sadece marjinal, farklı bir damarın varlığına işaret eder.
Dinleri eleştiren
Marksizm, sonuçta kendisinin de bir din gibi eleştiriden uzak bir dogmatizme
dönüştüğünü bilmezden gelir. Tarihin sonucunu tahmin eden ve aynı zamanda da
işçi hareketinin mutlaka egemenliği eline geçireceğini ileri süren bir dünya
görüşünün, her ne kadar kendisini “bilimsel sosyalizm” olarak nitelendirse de,
gerçekte bilimsellikten oldukça uzaktır.
Bu noktada konunun şu
boyutu önemlidir: Marksizm’in din eleştirisi, modernleşmenin ve dolayısıyla
sanayileşmenin sıkıntılarının önemli boyutlara ulaştığı dönemde Avrupa’da
Hıristiyanlığın yol açtığı kabul edilemez olayların bir eleştirisinden
ibarettir. Ne var ki, tikel bir durumun başka dönem ve coğrafyalara da geçerli
kılınarak genelleştirilmesi de kabul edilebilir olmaktan uzaktır. Tarihin
belirli bir döneminde belirli bir coğrafyada özünden birçok şeyi kaybetmiş bir
dinin olumsuz pratiklerinin her din, dönem ve coğrafya için geçerli olduğu
görüşü aşırı genelleme ve olgudan bağımsız bir varsayımdır.
KADİR
BAYŞU: İbni Haldun, devletin ortaya çıkışını insanlardaki saldırganlık
duygusu ile ortaya çıktığını açıklar. Bu düşünceye katılıyor musunuz?
PROF.
DR. ABDURRAHMAN KURT: İbn Haldun, Hobbes’çu anlamda devletin insanlardaki saygınlık
duygusuyla ortaya çıktığını söylemez. O, “İnsanın toplumsal hayat içinde
yaşaması zorunludur. … İnsan, doğası gereği medenidir” cümleriyle Birinci
Mukaddime’ye giriş yapar. Dolayısıyla devletin ortaya çıkışını insanın
sosyalliği ve güvenlik ihtiyacı bağlamında ele alır. Gıda ve beslenme, savunma
ve güvenlik ihtiyaçları, insanların bir arada yaşamalarını gerekli kılan en
önemli amillerdir. Söz konusu ihtiyaçlar, aynı zamanda toplumsal işbölümünü de
gerekli kılmaktadır. İnsan tek başına yaşayabilseydi, neredeyse kendisine
yetebilecek asgari gıdayı bile temin edemezdi. Ayrıca bir tek kişinin gücü yabani
hayvanlardan ve düşmanlardan kendini korumaya, silahları kullanmaya yeterli
olmaz. İnsan gücünü kendi türünden olanlarınkiyle birleştirmelidir ki, hem
kendisinin hem de onların rızık ve maişetleri sağlanabilsin. Şu halde bütün bu
hususlarda yardımlaşma ve dayanışma olursa, insanın beslenme ihtiyacı duyduğu
erzak ve savunmasına yarayan silah temin edilmiş olur. Aksi takdirde insanların
varlıkları ve onlar vasıtasıyla, Allah’ın âlemi mamur ve onları kendine halife
kılma yolundaki iradesi, tam manasıyla gerçekleşmiş olmayacaktı.
KADİR
BAYŞU: Sayın Hocam sorularımıza verdiğiniz cevaplardan dolayı teşekkür
ediyoruz.
http://www.nirvanasosyal.com/h-996-din-sosyolojisi-uzerine-kasim-ayi-soylesisi-2.html
Yorumlar
Yorum Gönder